22 Kasım 2010 Pazartesi

OoooFisssTeeee - Başkalaşımın Hikayesi

Öğlen yemeğinde şirketimizin onayladığı tek kanal olduğunu düşündüğüm NTV'den haberleri okuyan spikerin mırıltıları gelir ve bizler mercimek mi, tarhana mı yoksa domates çorbası mı olduğu belli olmayan çorbadan usul usul yudumlarken, çorbanın kıvamında belirli belirsiz bir sohbet tuttururduk. Sohbetimiz, orta halli politik görüşlerimiz, hala bir şirket arabası hakedemediğimiz için almak zorunda olduğumuz büyüğün bir küçüğü arabalarımız, hafta içi yüzünü göremediğimiz sevgilimiz, varsa eşimiz ve çocuklarımız, tuttuğumuz takımın durumu, izin ve tatil planlarımız, sağlık sorunlarımız, son alışverişlerimiz vb pek çok ortak noktamızın birinden girer diğerinden çıkar ama mümkün mertebe bize kan kusturan yöneticilerimizi es geçerdi. Herkesin aklını ve rüyalarını çoğu zaman meşgul edenlerden bahsedilmemesinin sebebi sabrın atomu bile zamanla parçalayacağına olan ortak inancın aynı sabır yöneticilere karşı gösterilirse zamanla onların da yumuşayarak insan kıvamına geleceklerine dair sağlam inancımızdı. Kaldı ki hepimiz yine aynı sabırla oynamaya devam ettiğimiz talih oyunlarının birgün bize "çıkması" durumunda arkamıza bakmadan gideceğimiz bu diyarda kalanların bizi dedikoducu olarak hatırlamasını asla istemezdik. Hadi itiraf edelim, olmayan kariyer planımızın negatif etkilenmesi ihtimali de bizi ürkütürdü.

Bazen de nasıl olup da bu b..tan ofise düştüğümüzü hatırlar, o zaman gerçekten sessizleşirdik. Buraya girmiştik çünkü yeteri kadar güçlü değildik ve herkes gibi bir ofis çalışanı olmayı kabul etmiştik. Hala buradaydık çünkü bir süre sonra katlanmaktan başka çare kalmamıştı ve bu b..tan yerin bir parçası oluvermiştik!

Başkalaşımın Hikayesi:
Pencereleri açılamayan, halıları süpürülmeyen, masaları silinmeyen ofisimizin kapalı devre havalandırma sisteminde dolaşan kuru, kirli ve virüslü havayı bol bol ciğerlerimize çekerek solunum organlarımız ve kanımızda dolaşan gaz oranlarıyla başkalaşıyoruz önce. Asla yıkanmayan sebilden içilen sularla midemizi ve böbreklerimizi yıkıyoruz. Öğlen yemeğinde yediğimiz bol tuzlu, kıvam ve tat arttırıcı ilaveli, sıvı yağ olarak maden yağının incesinin kullanıldığı yemeklerden yiyerek iç organlarımızın kalanlarını terbiye ediyoruz. İçimizdeki ışığın tamamını emdiği yetmiyormuş gibi bir de kırpışarak gözlerimizin hızla bozulmasına neden olan aydınlatma sistemine gözlerimiz, kısılarak, ve kızarıp morarak adapte oluyor. Rahatsız ofis sandalyelerinde kıçımızı çürüterek oturmak zorunda kaldığımız ve bilgisayara eğilerek erişmek zorunda bırakıldığımız için zamanla omurgamız da yeni kıvrımlar ediniyor. Bilgisayar klavyesi tıkırtısı, telefon zili, ve müdürün çığırmalarına odaklanan kulaklarımız da bir süre sonra adapte oluyor ofis ortamına.

Fiziksel deformasyonları manevi deformasyonlar takip ediyor. Sabırla kahır çekmekten, hep alttan almaktan, sesini duyuramamaktan, aptalca işlere vakit harcamaktan, uzun mesai saatlari sonrası başka hiç birşeye vakit kalmamasından gitgide incelen maneviyatımız en nihayetinde kırıldığında bizden geriye pek de birşey kalmıyor aslında. Genelde bu maneviyat kırılması, ofiste üretkenliğin de düşmesine denk geldiğinden yöneticilerimiz durumu kurtarmak adına bu noktada devreye girip bizi yeniden üniversiteye gönderip derslere sokuyor, konferanslara gönderip gönlümüzü alıyor, şirket yemekleri düzenleyip aslında ne kadar başarılı olduğumuzu hatırlatıyorlar. Sağolsunlar. Böylece bir süreliğine düşük moralimiz ve kafa karışıklığımız yöneticilerimizin istediği şekilde düzelir gibi oluyor.

Sonra mı? Sonrası yok, hep aynı terane. Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete!   

1 yorum:

  1. Aslında o kadar da kötü değil demek istiyorum ama o kadar kötü işte!!!

    YanıtlaSil