5 Kasım 2010 Cuma

Sabırsızlık Bir Huy Değil Bir Tepkidir

Ağustos ayına kadar istemeye istemeye uzattığım anlı şanlı MBA mezuniyetimi takip eden bir ay içerisinde kesinlikle geri döneceğimden emin olduğum ama bu fikre daha o zaman bile soğumaya başladığım Amerika'dan Istanbul'a geri döndüm. Döner dönmez son iki yıldır bir başıma yaşamaya alışkın olduğumdan ve bu özgürlük fena halde başıma vurduğundan derhal bir ev tutma gayretine giriştim. Öyle ya taa Ocak ayında kabul etmiştim bu seçkin danışmanlık şirketinin havalı ve bol maaşlı teklifini! Boğazda oturmak istiyordum çünkü başlayacağım şirketin ofisi Tarabya'da bir köşkteydi. Bulduğum evleri annemle gezerken, annem Amerika'dan yeni gelmediğinden ve sonuna kadar mantıklı bir insan olduğundan kimini poyraza açık, kimini rutubetli, kimini karanlık, kimini küçük, kimini büyük, kimini de izbe bulduğu evlerin hiçbirini beğenmiyordu. Netice itibariyle ofise başladığım 1 Eylül tarihinde henüz kendime ait bir evim olmadığından ananemin evinin odalarını ve koridorlarını işgal eden ve şirketimin hiçbir masrafa kıymadan taa Amerikadan taşıdığı ev eşyalarım özenle plastiklerine sarılmış, kolilenmiş vaziyette beklemekteydiler.

1 Eylül 1998'te köşk ofisin kapısından bacaklarım titreyerek girerken hayatımın sabırsızlık penceresinin sonuna kadar açılacağını bilmiyordum. Daha içeri adım atar atmaz sarışın, yakışıklı, Alman aksanıyla konuşan bir adam sanki çoktandır aradığı birisini görmüşçesine yaklaştı ve "Hi, Who Are You?" dedi. Ben de ismimi telaffuz edip çekine çekine kim olduğunu sorup öğrenir öğrenmez adam bu defa bana hangi projede çalışacağımı sordu, ben de daha kapıdan yeni girdiğimi ve gördüğüm ilk insanın kendisi olduğunu söyledim. O da beni ofis müdürümüzün üst kattaki ofisine gönderirken bir yandan da arkamdan adama ihtiyacı olduğunu söylerek uzaklaştı. Çok meşgul gözüküyordu gerçekten, sonra etrafıma bir daha bakınca herkesin seneler sonra Japonya'da havalimanında çalışan görevlileri gördüğümde hatırladığım gibi "yürüyemediğini", ellerinde cep telefonları, laptoplar veya kalın dosyalarla bir o yana bir bu yana "koşturduklarını" farkettim ve seçilerek alındığım bu şirketten korktum.

Kasım ayında aldığım bir e-maille bu seçkin şirketin New York'ta düzenleyeceği mülakatlara davet edildiğimi arkadaşlarımla paylaştığımda Amerikalısı, Hintlisi, Çinlisi, Almanı hepsi bir olmuş bana takım elbise ve valiz alınmış, danışmanların ne yaptıkları, bu şirketin ne kadar mühim olduğu anlatılmış ve sonra da hummalı bir case study çalışmasıyla bu mülakatlara hazırlanmıştım. Şirketten gelen zarfta uçak biletim, otel rezervasyonum ve beni karşılacak limuzin servisinin bilgilerinin yanı sıra şirketin Istanbul ofisini de tanıtan küçük bir yazı da çıkmıştı. Ben ufak ufak heyecanlansam da mülakatları genelde sevdiğimden, hiç gitmediğim New York'u, ve orada okuyan arkadaşlarımı göreceğimden ve bütün bunları bedava yapacağımdan çok mutluydum.

Mülakatların 2 roundluk bir mücadele olacağını bana anlatan ve bana hafiften acıyarak bakan gözlerindeki ifadeye yıllar sonra 24X7 çalışırken anlam verebildiğim ofis sekreteri nihayet sıranın bana geldiğini bildirdiğinde hiç tereddüt etmeden odaya girdim. Odada iki kişi tarafından zekam, eğitimim, kişiliğim sorgulanırken hiçbir sınavda olmadığı kadar zorlandığımı hissetmeme rağmen her zaman yaptığım gibi "seçilmek" arzusuyla her soruyu canla başla cevapladım ama dışarı çıktığımda kendime ve gayretime acıyarak doğruca tuvalete koştum. Çünkü ilk defa "seçilmediğime" inanıyordum. Doğruya doğru ilk okuldaki bilgi yarışmasına katılacağım yerde figüranlık yaptırıldığında da kızmıştım, lisede koroya alınmadığımda da ama onlar küçük kaybedişlerdi. Tuvalette aynada sulu gözlerle bana bunca yıllardır emek veren her kurumu ve kişiyi mutlak bir hüsrana uğrattığıma emin, onlara yaşatacağım hayal kırıklığının büyüklüğünü abartıp arabesk bir halde üzülürken, egomun fena halde kabarmaya başladığını, tıpkı "Roberte giricem anne" günlerimde olduğu gibi sabırsızlanmaya başladığımı da hissediyordum. Bir türlü tuvaletten çıkmadığım için meraklanıp kapıma dayanan ofis sekreteri içeriden ikinci raunt için beklendiğimi söylediğinde kuşlar gibi hafifledim ve bu defa kendimden emin odaya girdim ve yine "kazandım".

Şirketteki ilk günümde ofis müdürü beni karşısına alıp mülakatı kazanmış olmanın bu şirkette başarı anlamına gelmediğini, "up or out" felsefesinin kıran kırana uygulandığını ve benim hiç iş tecrübem olmamasına rağmen iyi bir burs desteği ile "sıralamalarda" ilk onda olan bir MBA programından derece ile mezun olmamın yüzü suyu hürmetine lütfedip beni işe aldıklarını kibarca anlattıktan sonra bana ilk işimin Manisa'da bir kutu kola fabrikasında Alman danışmanlara yarenlik etmek olduğunu sanki çok mühim ve top secret birşeymiş gibi anlattı. Ofisinden çıktığımda kendimi kazananlar klubünün kaybeden kadını gibi hissetmeye ufaktan başlamıştım. Midemi buran bu hislerle mücadele ederken bu defa karşıma çıkan ve daha insaflı olduğunu bana nerede oturduğumu sormasından ötürü düşündürten proje müdürü evini taşıdığını ve istersem kiracı olarak oturduğu mevcut daireyi ev sahibi ile görüşerek bana ayarlayabileceğini söylediğinde sanki bana o gün duyduğum en güzel şeymiş gibi gelmişti. Ne de olsa bu ofiste junior associate olarak çalışacak yani associate bile olamamış ben bir proje müdürünün evine taşınacaktım. Beğenmeyecek değildim tabii. Annemin amma sabırsız oldun kızım şikayetlerinin başladığı o hafta içerisinde yeni evime apar topar taşındım.

Ne zaman sıkılsam ya da kaybettiğimi hissetsem bir yeniye kaçmak dönemi ve dışarıdan bakanlara sabırsızlık olarak görünen hareketlerimin ilki işte bu eve alelacele taşınmaktı sanıyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder