5 Aralık 2010 Pazar

Her Ev Hanımı Anne Potansiyel Bir Melektir

Çocuklu ev hanımlığı kolaydır, zordur, tartışılır. Ancak çalışarak para kazanmanın yüceltildiği çevrelerde para kazanmıyor olmak insanda değersizlik hissi uyandırabilir. Feminizmden hiç bahsetmeyelim, özellikle de eğitimli ve daha önceden çalışıyor olan bir insansanız ev hanımı olmanız kadınlara ihanetle eş değer tutulur. Ama anneliği "kutsal" gören çevrelerde ev hanımı anneler neredeyse melek mertebesindedirler.

Belki öyledir, belki değildir ama iki hususta ev hanımı anneler melek özelliğini gerçekten taşıyor. İlki bebeklerin en sık gördükleri iki varlık var; gözleri açıkken anneleri, ve (İslam'da söylendiğine göre) uykularında gülümserlerken melekler... İkinci benzerlik ise ev hanımı annelerin bebeklerini varlıklarının sebebi haline getirme yolunda  kendi nefslerini ve iradelerini sıfırlama gayretlerinin doğal bir neticesi olan cinsel isteksizlikleri (meleklerin zaten cinsiyeti yok değil mi?). Pek çok bebeği olan ev hanımı anne bırakın kocalarını, Brad Pitt'i teklif etseniz bile sevişmek istemiyorlar çünkü kendileri için birşey istemeye istemeye, bir arzu nesnesi olmayı ve arzulamayı unutuyorlar. Belki tüm gün bebek koklayıp öpmekten alınan yoğun haz ve verilen sevgiden sonra ne verecek sevgi ne de alıncak hazza yer kalıyor da denebilir. Kaldı ki tüm ve tam gün yoğun fiziksel mesai anlamına gelen ev hanımı annelik gerçekten yorucu ve her fırsatta uyumak istemek sahiden de normaldir.

Depresyon mu, ondan hiç bahsetmeyelim. Melek olmanın depresif birşey olabileceği ilk olarak aklıma Wings of Desire filmini seyrederken gelmişti, şimdi düşünüyorum da sevgili Wim Wenders keşke ev hanımı anneler üzerine de bir film yapsaydı, o güzel serisi tamamlanırdı.

Çaresi var, çalışsın o zaman anneler demeyelim, biliyoruz ki 6 ay emzirin diye bas bas bağırılıp sadece 4 ay (o da bazen) işe dönme garantisiyle çalışılan bir ülkede çalışan anne olmak hiç mi hiç kolay değil!

Keşke dünyanın düzeni değişse de çalışsın çalışmasın tüm anneler çocuklarının tüm ihtiyaçlarını kendilerini yoketmeden karşılayabilseler!

Tüm meleklere selam ve sevgilerimle!

30 Kasım 2010 Salı

Erkekler Beceriksizler Mi?

Sevgili erkekler, kadınların pek çoğu maalesef sizlerin hadi kırılmayın diye "çoğunuzun" kendisinden daha beceriksiz olduğunu düşünüyor. "Eeeee biliyoruz" diyenler vardır muhakkak ama sanırım Türkiye'de erkeklerin çoğu daha becerikli olduklarına inanıyor. Ve sanırım erkeklere mahsus bu kendini dev aynasında görme hali, bu kendini bilmezlik, bu fütursuzluk memleket olarak yaşadığımız sorunların en büyüğü.

Sevgili erkekler, isterseniz aya giden ilk siz olun ya da açık kalp ameliyatı yapan müthiş bir hekim olun ya da müthiş skorer bir basketbolcu - farketmez, yine de siz bir kadının gözünde beceriksiz birisiniz. Örnek veriyorum: Bugüne bugün değme yiğitlerin elinden insan hakları savurucusu pardon savunucusu ödülü almış, her kesimden destekçileri sayesinde kalabalık ailesini kalkındırmış, hem yemiş hem yedirmiş örnek insan olan başbakanımıza sevgili refikası sabahları baktığında ne düşünüyor biliyor musunuz? Bak yine atletini ters giymiş, offf off bu adam ben olmasam evden nasıl çıkardı acaba? "Taaaaa....., gene fanilanı ters giymişsiiinnn!"

Acıklı olan ne biliyor musunuz? Kadınlar gerçekten de haklılar. Durex'in yaptığı araştırmaya göre - ki daha önce yapılan araştırmada da böyleymiş - en çok aldatan ülkede yaşıyormuşuz. ..... becermeyi beceriklilik zanneden kesim ülkenin nüfusunun yarısı olunca medeniyet yolunda bir arpa boyu yol alamamak olsa olsa normal olur değil mi?

Not: Bu arada en çok aldatan ülke olduğumuz palavrasına da inanmıyorum, zavallı erkeklerin uydurması - işte hepsi bu!

23 Kasım 2010 Salı

Motherhood After Bowlby - But Can We Satisfy Our Children?

John Bowlby (26 February 1907–2 September 1990) was a British psychologist, psychiatrist and psychoanalyst. Bowlby was born in London to an upper-middle-class family. He was the fourth of six children and was brought up by a nanny in the British fashion of his class at that time. Normally, Bowlby saw his mother only one hour a day after teatime, though during the summer she was more available. Like many other mothers of her social class, she considered that parental attention and affection would lead to dangerous spoiling of the children.

Bowlby is single handedly responsible for describing the desired form of motherhood which strongly emphasizes bonding with your baby. Bowlby's biggest idea had to do with "attachment" - how an infant forms a bond with his or her mother. His deterministic theory stipulates that the kind of relationship infants have with their mothers come to define the kinds of relationships they will have with other people for the rest of their lives!


This bright revelation about the relationship between child and mother was actually based on studies on war orphans and hence on loss and separation. In time orphans were forgotten and huge generalizations were made prescribing added responsibilities for the mother. Caring for the physical and psychological well being of her baby was no longer enough, the mother was told to continuously make herself available to her child such that her absence does not cause the child unspeakable loss. Hence generation after generation of mothers, regardless of how less or more educated they are, are willingly going the extra mile to be there for their children - body and soul - and this is how the mother martyrdom saga lives on.

As an adult, if we accept that our relationship with our mother determined everything else in our life, and if we are suffering from any anxiety at all who else will we blame other than our mother? In doing so, we accept to live our lives as adult children who even after having children of our own refuse to grow up. And in looking for answers in our parents' undoubtedly less evolved psyches, we swear we will not do any of that - whatever it was - to our children! This is why we are determined to stay home with our child (whereas our mother was a working mom), brave traffic to carry her between school and extra-curricular activities (you had to take the bus and were unhappy about it), arrange play-dates (you were all alone until your brother was born), attend cookie workshops (your mother was too busy and all you had was a piece of fruit), etc.

But can mothers actually satisfy their children’s needs? No, never! But do we stop trying? Of course NOT!

22 Kasım 2010 Pazartesi

OoooFisssTeeee - Başkalaşımın Hikayesi

Öğlen yemeğinde şirketimizin onayladığı tek kanal olduğunu düşündüğüm NTV'den haberleri okuyan spikerin mırıltıları gelir ve bizler mercimek mi, tarhana mı yoksa domates çorbası mı olduğu belli olmayan çorbadan usul usul yudumlarken, çorbanın kıvamında belirli belirsiz bir sohbet tuttururduk. Sohbetimiz, orta halli politik görüşlerimiz, hala bir şirket arabası hakedemediğimiz için almak zorunda olduğumuz büyüğün bir küçüğü arabalarımız, hafta içi yüzünü göremediğimiz sevgilimiz, varsa eşimiz ve çocuklarımız, tuttuğumuz takımın durumu, izin ve tatil planlarımız, sağlık sorunlarımız, son alışverişlerimiz vb pek çok ortak noktamızın birinden girer diğerinden çıkar ama mümkün mertebe bize kan kusturan yöneticilerimizi es geçerdi. Herkesin aklını ve rüyalarını çoğu zaman meşgul edenlerden bahsedilmemesinin sebebi sabrın atomu bile zamanla parçalayacağına olan ortak inancın aynı sabır yöneticilere karşı gösterilirse zamanla onların da yumuşayarak insan kıvamına geleceklerine dair sağlam inancımızdı. Kaldı ki hepimiz yine aynı sabırla oynamaya devam ettiğimiz talih oyunlarının birgün bize "çıkması" durumunda arkamıza bakmadan gideceğimiz bu diyarda kalanların bizi dedikoducu olarak hatırlamasını asla istemezdik. Hadi itiraf edelim, olmayan kariyer planımızın negatif etkilenmesi ihtimali de bizi ürkütürdü.

Bazen de nasıl olup da bu b..tan ofise düştüğümüzü hatırlar, o zaman gerçekten sessizleşirdik. Buraya girmiştik çünkü yeteri kadar güçlü değildik ve herkes gibi bir ofis çalışanı olmayı kabul etmiştik. Hala buradaydık çünkü bir süre sonra katlanmaktan başka çare kalmamıştı ve bu b..tan yerin bir parçası oluvermiştik!

Başkalaşımın Hikayesi:
Pencereleri açılamayan, halıları süpürülmeyen, masaları silinmeyen ofisimizin kapalı devre havalandırma sisteminde dolaşan kuru, kirli ve virüslü havayı bol bol ciğerlerimize çekerek solunum organlarımız ve kanımızda dolaşan gaz oranlarıyla başkalaşıyoruz önce. Asla yıkanmayan sebilden içilen sularla midemizi ve böbreklerimizi yıkıyoruz. Öğlen yemeğinde yediğimiz bol tuzlu, kıvam ve tat arttırıcı ilaveli, sıvı yağ olarak maden yağının incesinin kullanıldığı yemeklerden yiyerek iç organlarımızın kalanlarını terbiye ediyoruz. İçimizdeki ışığın tamamını emdiği yetmiyormuş gibi bir de kırpışarak gözlerimizin hızla bozulmasına neden olan aydınlatma sistemine gözlerimiz, kısılarak, ve kızarıp morarak adapte oluyor. Rahatsız ofis sandalyelerinde kıçımızı çürüterek oturmak zorunda kaldığımız ve bilgisayara eğilerek erişmek zorunda bırakıldığımız için zamanla omurgamız da yeni kıvrımlar ediniyor. Bilgisayar klavyesi tıkırtısı, telefon zili, ve müdürün çığırmalarına odaklanan kulaklarımız da bir süre sonra adapte oluyor ofis ortamına.

Fiziksel deformasyonları manevi deformasyonlar takip ediyor. Sabırla kahır çekmekten, hep alttan almaktan, sesini duyuramamaktan, aptalca işlere vakit harcamaktan, uzun mesai saatlari sonrası başka hiç birşeye vakit kalmamasından gitgide incelen maneviyatımız en nihayetinde kırıldığında bizden geriye pek de birşey kalmıyor aslında. Genelde bu maneviyat kırılması, ofiste üretkenliğin de düşmesine denk geldiğinden yöneticilerimiz durumu kurtarmak adına bu noktada devreye girip bizi yeniden üniversiteye gönderip derslere sokuyor, konferanslara gönderip gönlümüzü alıyor, şirket yemekleri düzenleyip aslında ne kadar başarılı olduğumuzu hatırlatıyorlar. Sağolsunlar. Böylece bir süreliğine düşük moralimiz ve kafa karışıklığımız yöneticilerimizin istediği şekilde düzelir gibi oluyor.

Sonra mı? Sonrası yok, hep aynı terane. Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete!   

11 Kasım 2010 Perşembe

Seçim Yapmak Etrafında Bir Amerika Tahlili

Amerikaya öğrenci olarak giderken kültür şoku yemeyeceğime yüzde yüz emindim. Netice itibariyle Robert Kolej ve "Bosphorus" üniversitelerinden mezun olmuştum, insan kendi memleketinde daha ne kadar yabancı olabilir ki değil mi? Ama kazın ayağı öyle çıkmadı. Gider gitmez önce hava çarptı, daha havalimanından çıkarken soluduğum ilk nefeste hayatımda tanımadığım şiddette bir sıcaklık ve nemle tanıştım. Klima denen aletin lüks değil bir ihtiyaç olduğu bu memlekette sokakta insanların olmadığını farkettim sonra, tabii o sıcakta ben de dolaşmak istemedim o başka ama hani akşam filan biraz serinlik çıkınca da yoktu kimseler, o zaman da kaldırım olmadığını farkettim. Sonra bakkal, çarsı, pazar gibi şeylerin de olmadığını farkedip iyiden iyiye tırsıp, aç kalmamak için üniversitede biriktirdiğim parayla 10 yıllık kocaman bir araba aldım kendime. Almasam sanırım markete gidemediğim için aç kalacaktım! Ve kocaman arabamla geniş Texas yollarından geçerek HEB isimli markete ulaştım. Dışarıdan bakıldığında kocaman bir depoyu andıran bu binadan içeri girdiğimde buz gibi bir hava beni karşıladı. Adeta damarlarımda akan kanın pastörize olduğunu, tir tir titreyerek hissettim. Dışarısı ne kadar sıcaksa (sanırım 50 derece filandı), içerisi de o kadar soğuktu (en fazla 10 derece). İçeride uzun uzun devam eden koridorlar boyunca türlü çeşit gıda ve ev sarf ürünleri sergileniyordu. Donmuş ürünlerin yer aldığı reyonları gördüğümde nutkum tutuldu. Kim bilir ne kadar çok marka ve çeşitte şoklanmış sebzeler, meyveler, dondurmalar, pizzalar, hazır yemekler sıra sıra uzanmaktaydı. Ben sadece bezelye almaya geldiğim bu reyona aptal aptal bakarken insanlar ne istediklerinden çok emin, ne alacaklarsa ona yönelip, hızlı hızlı alışverişlerini tamamlayıp gidiyorlardı. İlk şoku atlattıktan ve çok fazla çeşit bezelye görüp hangisinin alıştığıma uygun olduğunu bilemediğim için korkup vazgeçerek donmuş gıda reyonundan tabiri caizse tabanları yağlıyarak uzaklaştım.

Daha çocukken aileleri tarafından kendilerini etkileyen konularda seçim yapmasına izin verilen hatta bu yönde yönlendirilen  bireyler yetişiyor Amerika'da. Haliyle hangi pizza markasını, hangi gazlı içeceği, hangi marka spor pabucu vs. beğendiklerinden çok eminler ve dünyanın trendlerini bu kendilerinden emin halleriyle kolayca belirliyorlar. Seçim yapmak Amerikalı için su gibi hava gibi birşey, hatta daha da ötesi çünkü yaptıkları seçimlerle varolduklarını ve farklılaştıklarını iyice içselleştirmişler.

Amerikalının bencilliği ve hep kendini öne çıkarması da meşhurdur ve bu özellike de seçim yapma mecburiyetinden geliyor. Seçim yaparken önce kendini, hatta çoğu zaman sadece kendini düşünüyor Amerikalı çünkü bütün toplum böyle yapıyor. Peki ya kişisel seçimlerin başkalarını etkilediği noktalar? İşte onları kimse umursamıyor ve zurnanı zırt dediği yer de bu sanıyorum. 

10 Kasım 2010 Çarşamba

Republic Of Depression

I do not buy in a word of the hype around how Turkey is the beacon of progress and all the mystification surrounding this utter lie...

If you are a creative teenager who wants to explore her possibilities would you consider attending a university in Turkey or go somewhere where there are actually networks of scholars working on cutting edge topics?

If you are a on to something big would you consider setting up shop in Turkey where all major institutions are either corrupt or sealed off by circles of kinship and religious cult?

Would you find it easy to penetrate the "Turkish" society and way of life, and decide to immigrate here to achieve your dreams?

Would you feel you are surrounded here by opportunity and adventure or rather doomed to a slow "progress" through hierarchy?

What do you think would happen if you were to challenge the establishment, be it your father, your school teacher, your boss or your prime minister?

In this country where mindless thugs get to push their agendas while those with some thinking ability are left to wonder in astonishment, depression and despair will always prevail.

May Ataturk rest in peace, despite all this and more.

9 Kasım 2010 Salı

This Brief Suspencion of Reality

A dear friend of mine who was working on her PhD at the University of Texas, Austin at the same time as I was sent a note via Facebook the other day. The note was an invitation to join her on her conference trip to our joint alma mater in the States.

10 months ago I took Defne in my arms and 8 months ago she took her son and her daughter in her arms. Naturally, we came to wallow in our overlapping postpartum disorders together, after realizing more and more that our lives as we knew them were over. We woved to take a trip together when the children were doing a bit better on their own altough we had no idea when. At the time, it seemed an ever distant possibility. And then suddenly here she was with her offer, ready or not!

Images of a hot bowl of Vietnamese noodle soup, a well stuffed burrito, succulent jumbo shrimps, chewy lobsters and huge grilled steaks sprang before my eyes. The aroma of freshly made pancakes was wafting in the air. Then I felt a tingling salty sensation on my tongue, the unmistakeable mix of local salsa and baked chips chased with a swallow from a margarita made with fresh lime juice and blue agave tequila. I began to hear familiar giggles of beloved friends who kept martini glasses in their freezers and threw yet another party just because we felt like it. I could smell the sausages on the grill, I could hear the crickets rattle away, I felt the humidity with the heat from the scorching Texas sun, I saw the lush green grass and the white picket fences stretch across like lace. I heard people holler at me Darlin', I felt dizzy dancing salsa with complete strangers on 6th Street... I felt like I was in graduate school again, younger and carefree and full of expectation.

Regardless of whether I go or not, with this brief suspencion of  reality I realized how much I have already cashed in on my life. I felt happy once more for having had all I have had so far and expectant for so much more to come.

8 Kasım 2010 Pazartesi

Değer Mi Hiç?

Çok havalı danışmanlık yıllarımdan geriye kalan arızaların belki de en kalıcısı bel fıtığı oldu. Spor yapıp bırakmanın, basketbol, futbol gibi "agresif" spor dallarında mücadele vermiş olmanın, üniversite yıllarında elimde ağır bir çantayla kitap satmış olmanın da katkılarının olduğunu düşündüğüm mevcut rahatsızlığımın, uyumayı sevmeyen, bol gazlı kızım Defne'yi kucağımda 9 ay sallamamla şiddetlenmesini, hamileyken 20 kilo almamla, hele hele de 6 aylık hamileyken hamaktan atlamaya kalkan kuzen kızını yakaladığımda gelen şiddetli ağrıyla tetiklenmesini de son derece normal karşılıyorum. Yine de ne olduysa daha kabuğundan yeni çıkmış bir kestaneyken, aaaa amma kıllıymış ayol bu kabuk dediğim yıllarda, yani havalı danışmanlık yıllarımda başladı.

Jilet gibi ütülenmiş, koyu renk takım elbiselerimizi çekip, Audi marka arabalarımızla gazlayarak vardığımız müşterilerimizin ofislerinde, oralarda çalışan "geçici" mesai arkadaşlarımızdan genellikle birşeyler isteyerek, yapmazlarsa müdürlerine şikayet edip zorlayarak, "normalde" yapılanlara sanki taş devrinden kalma iş yapma yöntemleriymiş gibi yaklaşarak, bol bol polemik çıkararak ve illa "best practice" denilen kimin neden öyle dediği belli olmayan ideallerle hem kendimizi hem müşterilerimizi kandırarak güzel güzel günlerimizi geçirir, bu arada rapordu, toplantıydı, dökümanda değişiklikti derken helak olur, gözlerimizin altı kıyafetlerimize yakışmayan bir şişlik ve morlukla kaplanırdı.

İşin kötüsü ben kendimi bir garip hissetmeye başlamıştım, nedense yaptıklarımın kendime ya da başkalarına bir hayrı olduğuna kendimi inandıramıyor, gitgide sarkastikleşiyor, sinirden gerim gerim geriliyordum. Hatayı çalıştığım kurumda değil daima kendimde ve hayat tecrübesi eksikliğimde arıyor, sanki bir hayat tecrübesi hapı varmış da ben yutmamışım gibi kendi kendimi harap ediyordum. Küçük kestaneydim işte ne yapalım, hem eski kabuğunu beğenmiyor, hem de mangalda kızardıkça acı çekiyordum.

Bir sabah kalktığımda, daha doğrusu kalkamadığımda anladım ki belim hapı yutmuş! Neyse istirahatti, fizik tedaviydi, iğneydi, yüzmeydi derken azaldı ağrılar. O zamanlar daha genç ve hafif olmanın avantajıyla fıtığın kenarından döndüm. Ama fıtığın temellerini kariyerimden daha sağlam atmış olduğumdan, yıllar sonra dört dörtlük bel fıtığımla kendimi 3 haftadır yatar vaziyette bulduğum şu günlerde soruyorum kendime değer  miydi hiç kendini bu kadar sıkmaya?

5 Kasım 2010 Cuma

Sabırsızlık Bir Huy Değil Bir Tepkidir

Ağustos ayına kadar istemeye istemeye uzattığım anlı şanlı MBA mezuniyetimi takip eden bir ay içerisinde kesinlikle geri döneceğimden emin olduğum ama bu fikre daha o zaman bile soğumaya başladığım Amerika'dan Istanbul'a geri döndüm. Döner dönmez son iki yıldır bir başıma yaşamaya alışkın olduğumdan ve bu özgürlük fena halde başıma vurduğundan derhal bir ev tutma gayretine giriştim. Öyle ya taa Ocak ayında kabul etmiştim bu seçkin danışmanlık şirketinin havalı ve bol maaşlı teklifini! Boğazda oturmak istiyordum çünkü başlayacağım şirketin ofisi Tarabya'da bir köşkteydi. Bulduğum evleri annemle gezerken, annem Amerika'dan yeni gelmediğinden ve sonuna kadar mantıklı bir insan olduğundan kimini poyraza açık, kimini rutubetli, kimini karanlık, kimini küçük, kimini büyük, kimini de izbe bulduğu evlerin hiçbirini beğenmiyordu. Netice itibariyle ofise başladığım 1 Eylül tarihinde henüz kendime ait bir evim olmadığından ananemin evinin odalarını ve koridorlarını işgal eden ve şirketimin hiçbir masrafa kıymadan taa Amerikadan taşıdığı ev eşyalarım özenle plastiklerine sarılmış, kolilenmiş vaziyette beklemekteydiler.

1 Eylül 1998'te köşk ofisin kapısından bacaklarım titreyerek girerken hayatımın sabırsızlık penceresinin sonuna kadar açılacağını bilmiyordum. Daha içeri adım atar atmaz sarışın, yakışıklı, Alman aksanıyla konuşan bir adam sanki çoktandır aradığı birisini görmüşçesine yaklaştı ve "Hi, Who Are You?" dedi. Ben de ismimi telaffuz edip çekine çekine kim olduğunu sorup öğrenir öğrenmez adam bu defa bana hangi projede çalışacağımı sordu, ben de daha kapıdan yeni girdiğimi ve gördüğüm ilk insanın kendisi olduğunu söyledim. O da beni ofis müdürümüzün üst kattaki ofisine gönderirken bir yandan da arkamdan adama ihtiyacı olduğunu söylerek uzaklaştı. Çok meşgul gözüküyordu gerçekten, sonra etrafıma bir daha bakınca herkesin seneler sonra Japonya'da havalimanında çalışan görevlileri gördüğümde hatırladığım gibi "yürüyemediğini", ellerinde cep telefonları, laptoplar veya kalın dosyalarla bir o yana bir bu yana "koşturduklarını" farkettim ve seçilerek alındığım bu şirketten korktum.

Kasım ayında aldığım bir e-maille bu seçkin şirketin New York'ta düzenleyeceği mülakatlara davet edildiğimi arkadaşlarımla paylaştığımda Amerikalısı, Hintlisi, Çinlisi, Almanı hepsi bir olmuş bana takım elbise ve valiz alınmış, danışmanların ne yaptıkları, bu şirketin ne kadar mühim olduğu anlatılmış ve sonra da hummalı bir case study çalışmasıyla bu mülakatlara hazırlanmıştım. Şirketten gelen zarfta uçak biletim, otel rezervasyonum ve beni karşılacak limuzin servisinin bilgilerinin yanı sıra şirketin Istanbul ofisini de tanıtan küçük bir yazı da çıkmıştı. Ben ufak ufak heyecanlansam da mülakatları genelde sevdiğimden, hiç gitmediğim New York'u, ve orada okuyan arkadaşlarımı göreceğimden ve bütün bunları bedava yapacağımdan çok mutluydum.

Mülakatların 2 roundluk bir mücadele olacağını bana anlatan ve bana hafiften acıyarak bakan gözlerindeki ifadeye yıllar sonra 24X7 çalışırken anlam verebildiğim ofis sekreteri nihayet sıranın bana geldiğini bildirdiğinde hiç tereddüt etmeden odaya girdim. Odada iki kişi tarafından zekam, eğitimim, kişiliğim sorgulanırken hiçbir sınavda olmadığı kadar zorlandığımı hissetmeme rağmen her zaman yaptığım gibi "seçilmek" arzusuyla her soruyu canla başla cevapladım ama dışarı çıktığımda kendime ve gayretime acıyarak doğruca tuvalete koştum. Çünkü ilk defa "seçilmediğime" inanıyordum. Doğruya doğru ilk okuldaki bilgi yarışmasına katılacağım yerde figüranlık yaptırıldığında da kızmıştım, lisede koroya alınmadığımda da ama onlar küçük kaybedişlerdi. Tuvalette aynada sulu gözlerle bana bunca yıllardır emek veren her kurumu ve kişiyi mutlak bir hüsrana uğrattığıma emin, onlara yaşatacağım hayal kırıklığının büyüklüğünü abartıp arabesk bir halde üzülürken, egomun fena halde kabarmaya başladığını, tıpkı "Roberte giricem anne" günlerimde olduğu gibi sabırsızlanmaya başladığımı da hissediyordum. Bir türlü tuvaletten çıkmadığım için meraklanıp kapıma dayanan ofis sekreteri içeriden ikinci raunt için beklendiğimi söylediğinde kuşlar gibi hafifledim ve bu defa kendimden emin odaya girdim ve yine "kazandım".

Şirketteki ilk günümde ofis müdürü beni karşısına alıp mülakatı kazanmış olmanın bu şirkette başarı anlamına gelmediğini, "up or out" felsefesinin kıran kırana uygulandığını ve benim hiç iş tecrübem olmamasına rağmen iyi bir burs desteği ile "sıralamalarda" ilk onda olan bir MBA programından derece ile mezun olmamın yüzü suyu hürmetine lütfedip beni işe aldıklarını kibarca anlattıktan sonra bana ilk işimin Manisa'da bir kutu kola fabrikasında Alman danışmanlara yarenlik etmek olduğunu sanki çok mühim ve top secret birşeymiş gibi anlattı. Ofisinden çıktığımda kendimi kazananlar klubünün kaybeden kadını gibi hissetmeye ufaktan başlamıştım. Midemi buran bu hislerle mücadele ederken bu defa karşıma çıkan ve daha insaflı olduğunu bana nerede oturduğumu sormasından ötürü düşündürten proje müdürü evini taşıdığını ve istersem kiracı olarak oturduğu mevcut daireyi ev sahibi ile görüşerek bana ayarlayabileceğini söylediğinde sanki bana o gün duyduğum en güzel şeymiş gibi gelmişti. Ne de olsa bu ofiste junior associate olarak çalışacak yani associate bile olamamış ben bir proje müdürünün evine taşınacaktım. Beğenmeyecek değildim tabii. Annemin amma sabırsız oldun kızım şikayetlerinin başladığı o hafta içerisinde yeni evime apar topar taşındım.

Ne zaman sıkılsam ya da kaybettiğimi hissetsem bir yeniye kaçmak dönemi ve dışarıdan bakanlara sabırsızlık olarak görünen hareketlerimin ilki işte bu eve alelacele taşınmaktı sanıyorum.

4 Kasım 2010 Perşembe

Sıradan Sıralama

Anne ve babamla birlikte bir pazar sabahı yürüyerek gittiğim anadolu liseleri ve kolejlere giriş sınavının hayat denilen "yarışta" kimin öne geçeceğinin, kimin olduğu yerde çakılacağının, kimin ise Allah korusun geride kalacağının belirleneceği sırat köprüsü olduğu fikri muhtemelen 67 kişilik sınıfı idare etmeye çalışan, sınıfta zıvanadan çıkıldığı zaman hırsını ailesinin şikayet edemeyeceğini bildiği kapıcı çocuklarından alan, kanser hastası olduğunu asla çaktırmayan, hiç evlenmemiş ve annesiyle yaşayan, çok sevgili rahmetli hocam Jale Hanım tarafından daha 11 yaşımı doldurmadan minik zihnime kazınmıştı. Öyle ki annemlerin karşısına çıkıp ben Robert Koleje gidicem diye diklenmiş ve diğer "şanslı" arkadaşlarım gibi özel kursa ve özel derse gitme şerefine nail olmuştum. Hem öyle hırslıydım ki her Allahın günü aynanın karşısına geçer 4. ve 5. sınıf derslerinden beğendiğim kısımları anlatırdım, aynı radyodaki ders saatleri gibi. Sanırım bu hırsım ve inekliğim yüzünden, bir de 3. sınıfa kadar normal ebatlarda seyrederken herhalde stresten olucak birden şişmanlayan bedenimin bende yarattığı kompleksleri çaktırmamdan ötürü asık suratlı, sınıf başkanı ama çok da fazla arkadaşı olmayan bir kızdım. Fakat bildiğim bir gerçek vardı, hepimiz eşit değiliz ve er geç bu sınıftan mezun olurken ve daha sonra hep "sıralanacağız". Bu yüzden ilkokulu hep işaret parmağım havada geçirdim, ve Jale Hanım hep benimle iftihar etti ama asla sınıfta en sevdiği öğrenci olan Mert'ten daha çok sevmedi. Düşünüyorum da ben de olsam rahatlığı daima yüzündeki gülücüklerden belli, zeki ama benim kadar ineklemeyen, sevimli arkadaşımı ben de olsam daha çok severdim.

Sınavdan alnımın akıyla bir derece alıp ve nihayet Mert'i geçip ama yine de aynı okulu kazanıp Robert Koleje girdim. Tek üzüntüm en yakın arkadaşım Melay'dan ayrı düşmekti. Daha kayıt gününden bambaşka bir alem olduğunu çaktığım yeni okulumda derhal kendimi uzaylı gibi hissettim. Bir defa hocalar yabancıydı ve Türkçe bilmiyorlardı ya da bilmiyormuş gibi yapıyorlardı. İşin daha kötüsü yeni okul arkadaşlarımdan bazıları onlarla İngilizce konuşabiliyorlardı! Dehşete düştüm çünkü sıralamada geride kaldığımı anlamıştım. İlk işim zamanında kendilerine iş yerlerinden yapılan Kanada'ya transfer fırsatını geri tepen annem ve babama sitem etmek oldu. Onlar da nasıl olsa kendimi bu okulda da göstereceğimden emin olduklarından beni yatıştırıcı birkaç cümleyle geçiştirdiler. Çoktan seçmeli sınavlara olan yeteneğim, hırsım, çalışmam ve aklım beni Robert Koleje getirmişti ama bundan sonrası için elimde bir yol haritası yoktu, üstelik asık suratımla 5 yıl boyunca baydığım arkadaşlarımı ne kadar da çok özlemiştim. O gece salya sümük yatağımda gizli gizli ağladım ve derhal yeni bir yol haritası eskizlerine başladım.

4-5 ay evvel ilkokul arkadaşlarımla buluştuğumuz bir yemekte aslında birlikte başladığımız bu yolda ne kadar farklı hayatlar yaşayageldiğimizi sevinerek içime sindirirken aklıma gelenler bunlar oldu...

3 Kasım 2010 Çarşamba

The Lost Cyclist

In the spring of 1892, Frank Lenz of Pittsburgh, a renowed high-wheel racer and long-distance tourist, quit his accounting job and set out west to cover twenty thousand miles over three continents to pursue his dream of cycling around the world. Two years later, after surviving both natural and man-made near disasters, he was killed in a village near Erzurum at the hands of violent Kurds. The Kurds were armed by Sultan Abdulhamid, as part of the Hamidiye brigades spreading unparalleled violence in Armenian territories and they were treated above the law for all the atrocities they committed.

Lenz was a strong, fearless young man. Some may consider him foolish for braving such a journey, even needlessly stubborn for resisting to take a boat or a train where the going got really tough. Or some may think he was a raving lunatic for trying to cross through Eastern Turkey at a time when there was widespread violence in the region. Lenz may have been too careless for his own life but he was so agonizingly close to achieve his objective that had he achieved it he really would have made something out of himself that ordinary people can not even dream of.

It seems Turkey was never safe for lonely travellers who relied exclusively on their selves and the mercy of people whom they would encounter in their journeys. The Italian artist who was raped and slain in Gebze no doubt would have thought twice before entering this country had she known in advance of Lenzs awful predicament. Unfortunately ignorance, intolerance and greed often prevail in this ancient land of ours despite all claims to the contrary.

2 Kasım 2010 Salı

Mükemmel Bir Gün

10 Temmuz 2009 tarihinde mesai arkadaşlarımın protestolarına, ve bazen de rahmetli ananemin sokağa çıkmamam için beni "dışarıdaki tehlikelerle" korkutma çabalarını hatırlatan uyarılarına rağmen bir bankanın pazarlama birimindeki işimden istifa ettim. Aslında kovulmaya ramak kala daha da üst düzey bir yöneticinin çektiği kıyak neticesinde iyi bir tazminatla "ayrıldım". O sırada hamileydim ve hemcinsim olan müdürüm ile anlaşamıyorduk. Karşımda fosur fosur sigara içip sinirli sinirli konuşan bu insan hangi şartların bir araya gelmesi sonucu hem kendini hem etrafındakileri yakan bir ateş topuna dönüşmüştü acaba? Daha fazla mesaja gerek yoktu, ah evet iş hayatı denen ateşten çember gerçekten bana göre fazla sıcaktı. Daha önce de karşıma çıkmıştı bu öfke, hırs, ve acımasızlıkla yoğrulmuş canavar insanlar ve bir insanlıktan çıkma deneyini andıran iş yerleri ve ben saf saf aklıma ve iyiliğime güvenerek direnmiştim. Gerçek şu ki o zamanlar daha gençtim ve yenilmem sanıyordum, üstelik kendi sağlığımdan başka kaybedecek bir şeyim de yoktu. Ama ilk bebeğimi yine iş güç derken ve anlamsız insanlarla anlamsız işler için uzun saatler çalışırken kaybettim, karnımda altı aylıkken öldü. Herhalde akıllı bir çocuktu, anladı ki geleceği dünya beş para etmez, annesi saçma sapan işlerle "çok meşgul", gelmekten vazgeçti. Bu sefer karnımda kardeşini taşırken ateş çemberlerinden uzak kalmaya söz vermiştim, öyle de yaptım. İstifa ettiğim o mükemmel günde karnımdaki kızım da ben de derin derin ohlar çektik. Simdi uzerinden neredeyse 1.5 sene geçti ve kızım da ben de mutluyuz. Fakat başka türlüsü olamaz mıydı? Başka türlü bir dünya hayal edemez miyiz?